DOLAR 39,9043 EURO 46,8742 STERLİN 54,7448 GRAM ALTIN 4.223,95 BIST 100 9.404,89 BITCOIN $107.509
Facebook TwitterX Instagram YouTube

Arama Haber Code Logo
Reklam Alanı 101
Reklam Alanı 101
Reklam Alanı 101

HABERLER

Adife

Giriş: 02.12.2025 15:31 | Güncelleme: 02.12.2025 15:37
Paylaş
Adife

Göçün Karanlığından Umudun Aydınlığına

1989’un kasvetli yazı…
Balkanların rüzgârı o yıl başka esiyordu.
Sanki yalnızca ağaçları, çatıları değil, insanların hafızasını da yerinden söken sert bir rüzgâr…
İsimlerin değiştirildiği, kimliklerin sessizce silindiği, dillerin kısılmak istendiği günler…    

“Bir insandan her şeyi alabilirsiniz, tek bir şey dışında: Bu insan özgürlüklerinin sonuncusudur—şartlar her ne olursa olsun kendi tutumunu belirleme ve kendi yolunu seçme özgürlüğünü."

Geçmişlerini bir bavula, umutlarını bir çocuğun avuçlarına sıkıştırarak Türkiye’ye doğru yola çıkan yüz binler…

Cumhurbaşkanı Özal’ın, “Jivkov sen de gel” sözleri hala kulaklarda yankılanır.

Göç yolunun o tozlu kalabalığında, çoğunun üzerinde günlük kıyafetlerden başka bir şeyleri olmayan küçücük çocuklar. Eski ayakkabılarının, terliklerinin altında bir memleketin toprağı, gözlerinde anlamını kavrayamadıkları sürgünün acısı, omuzlarında yaşlarından ağır sorumluluklar… Onları üşüten sadece soğuk değildi. Sınırdan içeri girdikleri gün, yalnızca Bulgaristan’dan değil, çocukluklarından da sürgün edilmiş gibiydiler.

Okullar açılmasıyla iyice gün yüzüne çıkan yoksulluk. Birinin diğerinden pek farkı yoktu. O çocuklardan biri, sınıfın kapısından içeri girdiğinde soğuğu hırkasında değil, bütün bedeninde taşıyordu. Ayaklarında terlik, omuzlarında bedeninden ağır yük, gözlerinde göçün geceyi andıran kederi…

Her sabah, tüm bu yüklerle okula geliyordu. Üşüyordu; insanın iliklerine kadar işleyen, göç yolunda bir kez üşüdü mü kolay kolay dinmeyen bir üşüme…

Okula gelmek onun için hiç de kolay değildi. Anne-baba rahatsız, evde bakılan yaşlılar, ağabey çocuklarının bakımı, sorumluluğu ve üstüne bir de yokluk…

Bazı çocuklar, yaşından önce büyür. O da onlardan biriydi. Okula her gelişinde titreyen sadece bedeni değildi. Bir milletin belleğine kazınmış acının izlerini taşıyordu üzerinde.  Üşüyordu…                                                                                                                                         

Ama zamanla, okulun içerisindeki sıcak kalpler fark etti. Öğretmenler, arkadaşlar, diğer veliler, hayırseverler… Kimisi küçük bir destek sundu, kimisi bir söz söyledi, kimisi bir gülümseme bıraktı avuçlarına…

Ona bir kaban düşmüş, soğuktan eskisi kadar etkilenmiyordu. İşte o gün sınıfta başlayan öğretmen-öğrenci dostluğu hiç bitmedi.                                                                                         

Yıllar birbirini kovaladı.O küçük kız büyüdü;vefası büyüdü, azmi büyüdü, hayalleri büyüdü. Ne zaman canı sıkılsa aradı; okuluyla, ailesiyle, hayatla ilgili sorunlarını paylaştı. Ben elimden geldiğince yol gösterdim, o yürüdü. Yoruldu ama vazgeçmedi, düştü ama kalktı, asla umudunu yitirmedi.

Ve yıllar geçti…
O küçücük kız büyüdü, genç bir doktor oldu. Ama bu yolculuk da kolay olmadı. Üniversite, yoklukla imtihan edilen bir başka döneme dönüştü. Çalıştığı yerlerdeki imkânsızlıklar, sayısız mücadeleler, bitmek bilmeyen çabalar…

TUS sınavı kapısını çaldı: açılmadı.
Bir daha çaldı: yine açılmadı.
Her defasında, sanki içindeki küçük kız yeniden üşümüş, sesi titriyor gibi,
“Hocam, bana dua edin.”

Ben ise bir öğretmenin en yalın, en samimi sözünü söyledim:
“Vazgeçmek yok kızım. Sana güveniyorum. Sen yapacaksın.”

Ve bir sabah telefon çaldı.
Daha açmadan hissettim içimde yükselen sevinci.
“Alo” bile demeden,
“Hayırlı olsun kızım,” dedim.
Sanki yıllardır birikmiş bütün gözyaşları o anda döküldü telefona.
“Hocam… Sonucu öğrendim. İlk sizi aradım.”

Düşünebiliyor musunuz?
Hayatının en büyük başarısının ilk şahidi olmak…
Öğretmenlik dediğimiz şey, işte tam da bu değil midir?
Bir öğrencinin kader çizgisinde adı geçen kişi olabilmek…
Bir zamanlar üşüyen bir çocuğun yıllar sonra başkalarının dertlerine derman olan bir doktora dönüşmesini izlemek…

Vefanın yıllar boyu hiç incelmeden kalması…

Sevginin, emeğin, dayanışmanın bir ömre yayılması…

Bir öğretmenin kalbine bundan daha büyük bir ödül dokunabilir mi?

Uzman olduktan sonra tayini Batman’a çıktı. Zaman zaman konuşuyorduk. Sesi hala o günkü sıcaklığı, kendi emeğinin yankısını taşıyordu.

Bir gün sınıf arkadaşım, meslektaşım Ali Yazır’ı aradım.
“Bursa dışındayım. Senin ferasetine güveniyorum, bil bakalım neredeyim?” dedim.
Hiç düşünmeden,
“Batman’da Adife’nin yanındasın, değil mi?” dedi.
Bir öğrencinin adı, yılların arasından sızıp başka öğretmenlerin gönlünde bile yer bulmuşsa, kalpten kalbe dolaşıyorsa, orada sessiz bir destan yazılmıştır.

Bir hırkayla başlayan o yolculuk, bir doktorun başarısına, bir öğrencinin vefasına, bir öğretmenin duasına dönüştü. Ve bugün hâlâ ısıtmaya devam ediyor…

Çünkü öğretmenlik, bir çocuğun içindeki üşümeyi fark edip yıllar sonra o çocuğun başka hayatları ısıttığını görebilme sanatıdır.
Göçle savrulan bir kalbin, ana vatanda yeniden kök salmasına eşlik etme mesleğidir.
Geleceği kucaklayan yolculukta, yanan umutlarınyakıtı olma mesleğidir.

Geleceğe bakan her gözde, yarını kuran her elde,
göçle gelip kısa zamanda ana vatana uyum sağlayarak bugün bu ülkenin kalkınmasına omuz veren tüm o çocuklara,bugünün yetişkinlerine ve onların yoluna ışık olan tüm öğretmenlere selam olsun.

Göçün soğuğunda, yokluğun içinden, umudun kıyısına tutunan tüm çocuklara; onlara kol kanat geren tüm öğretmenlere selam olsun.

Yorumlar

×

Haber Arama