Aidiyet, Şahsiyet ve Denge: Güvenin
Sessiz İnşası
Hayatın Ritmini Yakalamak
Hayat, sürekli bir denge arayışıdır. Denge;
insanın düşünsel, duygusal, sosyal ve manevi alanlarda bir uyum elde
edebilmesidir.
Bir terazinin iki kefesi gibi, biri ağır bastığında denge bozulur. İnsan da
duygular, düşünceler, sorumluluklar ve arzular arasında savruldukça içsel
huzurunu kaybeder. Burada asıl öğrenilmesi gereken şey; sükûnet içinde hareket ederken,
hareketin içinde sükûneti bulabilmektir.
Gerçek denge, hareketsizlik değil; bilinçli bir hareketin istikrarıdır.
Çünkü hayatta kaldığımız sürece hep dalgalarla karşılaşacağız. Mesele o
dalgalar ortasında serinkanlı kalabilmek ve doğru yönde ilerleyebilmektir.
Dengenin Anahtarı Farkındalıktır.
Dengenin ilk adımı farkındalıktır. Kendini tanımayan, değer ve
önceliklerinin farkında olmayan insan, yönünü bulamaz, hangi yöne gitmesi
gerektiğini bilemez.
Günün
sonunda kendimize şu basit ama derin soruları sormalıyız:
·
Bugün ne
hissettim?
·
Ne zaman
kendimleydim?
- Ne zaman kendimden uzaklaştım?
- Hangi anda gerçekten
huzurluydum?
Bu sorular, hayatın ritmini yeniden kurmak için birer pusuladır.
Farkındalık denge kurmaktan çok yaşamaktır.
Ancak bireysel denge kadar, toplumsal ve kurumsal denge de önemlidir. İçsel
denge zihin–duygu–beden uyumudur; dışsal denge ise ilişkilerde anlayış ve
ölçüdür. Sağlıklı ilişkilerde herkes hem duyar hem duyulur. Denge; eşitlik
değil, karşılıklı anlayıştır.Bu anlayışın temeli ise üç kavramda gizlidir:
Aidiyet, Şahsiyet ve Denge
Aidiyet bizi topluma bağlar. Şahsiyet bizi biz yapar: Denge ise bu ikisini
hayata taşır. Üçü bir araya geldiğinde insan köklenir ama özgür kalır; üretir
ama tükenmez, ait olur ama kendinden vazgeçmez. Çünkü “İnsan, değer gördüğü
yerde kök salar; güven duyduğu yerde çiçek açar.”
Bir organizasyonun, bir kurumun, bir partinin ya da bir topluluğun gücü
binalardan, logolardan ya da bütçelerden değil; insandan gelir. O insanları bir
arada tutan şey maaş, mevki ya da menfaat değil; aidiyet duygusudur.
Ancak aidiyetin kalıcı olması için bireyin şahsiyetine alan tanınmalıdır. Bir
kurum, insanın ruhuna dokunabiliyorsa işte o zaman kök salar.
Kurum Kültürü: Görünmeyen İklim
Kurum kültürü bu anlamda görünmeyen bir iklimdir. Duvarlardaki sloganlarla
değil, insanların birbirine davranma biçimiyle ölçülür. Bir kuruma adım
attığınızda ya huzur hissedersiniz ya da görünmeyen bir soğukluk. Bu farkı
yaratan yazılı kurallar değil, yazılmayan değerlerdir. Adalet, güven, saygı
ve samimiyet… İşte bir kurumun görünmeyen sütunları bunlardır.
Gerçek sadakat korkudan değil, anlamdan doğar. İnsanlar mecbur oldukları
için değil, inandıkları için kalırlar. “Bana değer veriliyor, fikirlerime
önem veriliyor.” Diyebilen çalışan ya da üye, o yapıyla gönül bağı kurar.
Zor zamanlarda bile “Burası benim yerim.” diyebiliyorsa, işte o sadakat
kalpten doğmuştur.
Liderin rolü burada belirleyicidir. Gerçek lider, otoriteyle değil, adalet
ve ilhamla yönetir. Bir kurumda güven yoksa aidiyet uzun sürmez; baskı varsa
şahsiyet yeşermez. Liderin görevi, insanı kuruma bağlarken kişiliğini
korumasına izin vermektir. Farklı düşünenleri susturmak değil, dinlemek
gerekir. Çünkü bir yapıyı zayıflatan şey hatalar değil, sessizliktir.
Sessizlik, korkunun sonucudur. Farklı düşünenleri “tehdit” değil “fırsat”
gören yapılar gelişir. Her fikir aynı yönde olmak zorunda değildir; ama her
fikir aynı hedefe hizmet edebilir. Aidiyetin gücü düşünce birliğinde değil, amaç
birliğindedir.
Kurum Coşkusu ve Aidiyet: Bursaspor Örneği
İnsanlar coşku ve heyecanın olduğu yerlere akın eder.
Tıpkı Bursaspor’un hikâyesi gibi...
Bir zamanlar Süper Lig şampiyonu olan Bursaspor, kötü sonuçlarla taraftarını
kaybetti. Tribünler boşaldı, takım alt liglere düştü.
Ama geçen yıl 3. Lig’den 2. Lig’e yükselince coşku geri döndü.Bugün 40-45 bin
taraftar yeniden tribünleri dolduruyor.
Sebep basit: Başarı, coşkuyu; coşku da aidiyeti büyütür.
Spor Kulüplerinde, Siyasi partilerde, iş yerinde, okulda ya da bir toplulukta
da durum aynıdır.İnsan kendini değerli, etkili ve heyecanlı hissettiği yerde
kalır.
Coşku, sadece bir duygusal enerji değil; aidiyetin görünür hâlidir.
Coşkunun bittiği yerde bağ zayıflar, sessizlik artar, aidiyet çözülür.
Aidiyetin olmadığı bir toplulukta güven inşa etmek neredeyse imkânsızdır.
Çünkü aidiyet yalnızca bir yere ait olma hissi değil; aynı zamanda birbirine
inanma cesaretidir. Bir kurumda çalışanlar yöneticilerine, bir partide üyeler
liderine, bir ülkede vatandaşlar yönetenlere güvenmezse, hiçbir hedef kalıcı
olamaz.
Ezberleri Bozarak Geleceği Yeniden İnşa Etmek
Süleyman Demirel’in dediği gibi: “Dünün güneşiyle bugünün çamaşırı
kurutulmaz.”
Dünün doğrularıyla bugünü yönetemeyiz. Ezber bozmak, eskiyi yeniden süsleyip
sunmak değildir. Ezber bozmak; alışılmış konfor alanını terk edip yeni bir
düşünme biçimine cesaret etmektir. Geçmişi reddetmeden, ondan öğrenerek
geleceğe yürümektir.
Ve Güvenin Gücü
Unutmayalım: Bir kurumu, bir partiyi ya da bir toplumu yaşatan şey markası
değil; insanının vicdanı ve değeridir.
Sadakat zorla değil, değer vererek kazanılır. Sahiplenme ve güvenin meyvesidir.
Ve “Yüzde yüzün hayır duasına talip olanlar!” önce birbirinin hayır duasını
almalıdır.
Birbirini sorgulamadan, yargılamadan, kanıksamadan; birbirlerini olduğu gibi
kabul ederek…
Çünkü aidiyetin gücü, şahsiyetin onuruyla ölçülür.
Aidiyet bizi topluma bağlar. Şahsiyet bizi biz yapar. Denge ise bu ikisini hayata taşır. Üçü bir araya geldiğinde:İnsan köklenir ama özgürdür. Üretir ama tükenmez. Ait olur ama kendinden vazgeçmez…










Yorumlar