Necip Fazıl Kısakürek, üç perdelik piyesi “Bir Adam Yaratmak”ı 1937 yılında yazdığında, yıllar sonra genç bir adamın bu piyesi, neredeyse oynandığı her akşam izlemeye gidip, sonra dalgın başıyla ara sokaklardan evine dönebileceğini tahmin edebilir miydi? Zor… Yine de büsbütün edemezdi diyemiyorum. Çünkü bu piyesin, insanın başına karanlık bir fikir halinde usul usul çöken sisi, bırakın günleri, aylarca, hatta yıllarca dağılmaz. İnsanı, nerede zikredilirse, nerede hatırlatılırsa, bir mıknatıs misali kendine çeker adeta.
Lise yıllarımda Necip Fazıl Kısakürek’in eserlerini sıra gözetmeksizin, büyük bir iştahla, -o dönem hangisine erişebilirsem tabi- tek tek okumuş, ama tiyatro eserlerini bir köşede adeta bilerek unutmuşumdur. Çünkü tiyatro eserlerini okumaktan ziyade güzel bir temsil ile evvela izlemenin lezzetine erişmek için... Buna muvaffak olmuşumdur olmasına… Bu gizli perhizden yıllar sonra garip bir tevafuk ile ilk izlediğim eser de “Bir Adam Yaratmak”tır üstelik.
Bu eseri ilk izlediğim akşamı katiyen unutamam!
İlk gençlik yıllarım, bir kış akşamı… Bursa şehir tiyatrosunun kuşe kağıda basılmış bülteni nereden elime geçmiş, bilmem. Bir banka ilk gençliğimin tüm yalnızlığıyla oturmuş, onu inceliyorum. Bültende iri puntolarla yazılmış “Bir Adam Yaratmak” ibaresi gözüme çarpıyor. İsmi tanıdık… Necip Fazıl Kısakürek’in eserlerinden biri bu. Konusuna, oyuncularına bakmadan soluğu bilet gişesinde alıyorum. Sonrasında oyunun saati gelmek bilmiyor, Heykel’i boydan boya defalarca adımlıyorum. Nihayet oyun saati… Işıklı vitrinlerin, mütebessim insanların arasından süzülüp kendimi loş ışıklı tiyatro salonuna atıyorum. Bu salona aşinayım. Çarpan kalbimin sesini duya duya kendimi koltuğa bırakıyorum… Ve işte perde açılıyor. Bakışlarım bir çocuğun meraklı ve her şeyin iç yüzünü tahlil etmeye meyilli bakışlarından farksız o sıra... İzlemeye başlıyorum.
Eser, bir tiyatro yazarının geçirdiği büyük ruh buhranını anlatıyor. Ben oyunu izlerken ölüm, fanilik, yaratma kaygısı ve yalnızca sezilen bir vehim halinde dönüp duran kader, içime saplanıyor. Meçhul bir tarihte, İstanbul’da geçen bu piyes bir çırpıda bitiyor. Başımda büyük bir sersemlikle tiyatrodan çıkıyorum. Göğsümün henüz keşfetmemiş olduğum bir yerinden yükselen o şiddetli ağlama hissine mağlup olmamak için adımlarımda acemi bir telaşla, az önce yağan yağmurla ıslanmış kaldırımlardan gözlerimi ayırmadan yürüyorum. Piyesteki diyaloglar başımda dönüp duruyor. Eserde, piyesin baş kahramanı Hüsrev’in kaleme aldığı “Ölüm Korkusu” adlı piyes ile “Bir Adam Yaratmak” piyesinin, kaderin cilvesini ihtar ederek ustaca iç içe kullanılması tüylerimi diken diken ediyor. Bu girift mesele içimde bir yerlerde, incecik bir iğneyle kazılmış, devasa bir kuyudan sızan karanlığa benziyor. Hayret, korku ve tedirginlik içinde zor bela eve atıyorum kendimi.
Uykusuz bir gecenin sabahında bu piyesi bir kez daha izlemek istiyorum. Bu kararıma müteakip üç defa daha izliyorum hatta. Hayata, fikre, sanata ve kadere bu denli yaklaşmak, bende sanki mahrem bir hududu aşıyormuşum gibi suçluluk ile hazdan müteşekkil garip bir his yaratıyor. Piyesin o sezonki son temsilinde de bulunduktan sonra ertesi gün kitabını ediniyorum. Bir kere okuyup, kütüphanemin en güzel yerine koyuyorum onu.
Yine de merakım bitmiyor. Bu piyesi araştırmaya başlıyorum. Necip Fazıl Kısakürek’in bu piyesi iki yılda yazdığını öğreniyorum. Bu eserin Türk tiyatrosunda bir trajedi şaheseri olduğunu söylüyor otoriteler.
Piyes, ilk kez 1937-1938 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahneleniyor ve başrolü Muhsin Ertuğrul oynuyor. Üç bölümlük bir dizi olarak 1977 yılında Yücel Çakmaklı’nın yönetmenliğinde televizyona da uyarlanıyor. Hüsrev karakterini Ahmet Mekin, Ulviye karakterini Şaziye Moral, Mansur karakterini ise Süleyman Turan oynuyor. Hemen bu üç bölümlük televizyon uyarlamasını da izliyorum. Sonra hayatın meşgalesi içinde arada bir saman alevi gibi büyüyen, sonrasında tesirini yitiren bir yangına dönüşüyor bu piyes.
Ama bu yangın tesirini yitirse de büsbütün sönmüyor. Yıllar sonra şehir tiyatrosunun bülteninde gördüğümde soluğu yine bu piyeste alıyorum. Oynandığı dönemde neredeyse her akşam gidiyorum. Yalnız başıma gitmekle kalmıyor, eşi dostu da davet ediyorum hatta. Piyesin sonunda yürürken de piyes hakkındaki düşüncelerini soruyorum onlara. En nihayetinde bir akşam yine izlerken Hüsrev’in piyese aşina olanlarca malum olan “Yaşamıyoruz” tiradında tüylerim diken diken oluyor ve bir karar veriyorum: “Bu piyes hakkında yazacağım!”
Yazmaya başlıyorum başlamasına, amacım bu eser hakkında teferruatlı bir inceleme ortaya koymak… İlk sahneye kadar disiplinler arası bir bakış açısıyla adeta nakış nakış inceliyorum da onu, ama sonra yaşam telaşıma kapılıyorum, bir köşede kalıyor. Netice, “Bir Adam Yaratmak” kitabı içinde taşıdığı tüm manası ile kütüphanemden bana bakıyor, ben de ona kaçamak bakışlar atıyorum.
Böyle sürüp giderken, geçtiğimiz yılın son günlerinde Bursa Tayyare Kültür Merkezi’nde yeniden izleme fırsatı buluyorum. İlk gençlik yıllarımdan eser kalmamış, değişen her şeyle birlikte saçlarım ve sakallarımda da ilk aklar bu kez.. Ama değişmeyen aynı his, aynı heyecan. Kaleme alacağım inceleme için dikkat kesiliyorum, içimde aynı heves uyanıveriyor. Bu piyesin, tıpkı izlediğim ilk akşamda da olduğu gibi sanat ve hayat hakkında yazılmış en iyi eser olduğunu düşünüyorum. Yılın ilk günlerinde bir kez daha izliyorum sonra. Heykel’de akşamı geceye sürükleyen o keskin ayazı tenimde hissederek, başımda düşüncelerle Uludağ’a çıkan ıssız yokuşlardan birini usul usul tırmanıyor, evime dönüyorum.
Bursa’dan “Bir Adam Yaratmak” geçti. Hem de bu kez şehrin muhtelif yerlerinde afişleri de vardı, bilmem gördünüz mü? Ne yalan söyleyeyim, izlemediyseniz çok şey kaybettiniz. Bir daha ne zaman oynanır bilmem ama ilk kez izleyecekmiş gibi aynı hevesle bekliyor, hatta sezon bitmeden bir kez daha oynanmasını istiyorum.
Unutmadan, ilk izlememin üzerinden bugüne kadar geçen tüm “Bir Adam Yaratmak” temsillerinde piyesin baş karakteri Hüsrev’i her defasında biraz daha coşkulu, her defasında biraz daha içten canlandıran ve bu çetin karakteri canlandırırken de hani o meşhur kavramı, “Katarsis”i tam manasıyla yaşayan ve yaşatan Aykan Yılmaz’a da müthiş oyunculuğu adına teşekkür etmek istiyorum. Hüsrev karakteri, onda tüm mevcudiyetiyle ete kemiğe bürünüyor adeta. Ve piyesteki diğer oyuncular… Hepsi her defasında birbirinden müthiş bir performansa imza atıyorlar. Onları da anmamak, teşekkür etmemek olmaz.
Velhasıl Bursa’dan bir kez daha “Bir Adam Yaratmak” geçti. Geçen zaman ile değişen ve dönüşen her şeyin ortasında yine aynı tesiriyle hem de. Tıpkı ilk gençliğimden bugüne olduğu gibi her şey değişse de, bu piyes ve ihtiva ettiği mana asla değişmeyecek, biliyorum.
Yorumlar