Eski defterlerimi karıştırmayı, kendi kendime bir zamanlar yazdıklarımı okumayı severim. Unuttuğum bir anıma ya da kıyıda köşede kalmış bir sözüme kendi kalemimden yeniden rastlamak uzun süre meşgul eder aklımı. Acaba geçmişte kaleme aldığım bu satırları yazarken ne amaçlamış, ne hissetmişimdir?
Geçen gecelerden bir gece, Bursa’nın lodosu pencerelerde maziden bir hayal gibi dönüp dururken, kara kaplı defterimi önüme açtığım gibi 2019 yılında kaleme aldığım şu yazımla yüz yüze geldim. Yazımın konusu Bursa’ydı... Hemen ilk satırından hatırladım bu yazımı. İlerleyen yıllarda bu yazımı çokça değiştirmiş ve az sonra okuyacağınız ilk halinin saflığını ve samimiyetini kendi ellerimle mahvetmiştim. Sonradan pişman olsam da, yazımın ilk halinin bende mevcut olması bir parça tesellimdi...
Şimdi ilk halini sizlere sunuyorum. Mesele Bursa olunca söylenenlerin, söylenecek olanların daima yetersiz olacağını biliyor ve iyi okumalar diliyorum.
“…yeryüzünü fethetmek bahanesiyle gökyüzünden yüz çevirmek.”
(Rene Guénon –Modern Dünyanın Bunalımı)
Modern sanatın, kültür gövdemizin damarlarında gezinen sıcaklığını hissetmeyenimiz yoktur. Bienallerin, elitizm ve zarâfet kokan iklimini teneffüs etmek için klima serini müreffeh salonlara gider, iki dirhem bir çekirdek sanatçıların, “müthiş çabalar!” ile ruh dünyalarından söküp aldıkları eserleri izleriz kimi zaman. Son derece karmaşık bir tuval önünde, ötelerin ötesini görmeye niyetlenmemize şaşmamalı. Gittikçe manadan uzaklaşan çağımızdan, bu arzuyu koparmak bile bir maharet olmalı.
Geçen günlerde bir dostumla, bir modern sanat sergisindeydik. Dostum orada gördüğü eserler üzerinde tahayyülünü epeyce zorlayarak tahlillere varıyor, şiddetle her eserin muntazam olduğunu savunuyor ve en beyhude lekelerden, en hakiki neticelere varmaya gayret ederek, gerçek bir sanat erbabı olduğunu söylüyordu. Biraz gezdikten sonra sergiden ayrıldık. Akşamın kızıl sessizliği, Bursa’da Sultan Yıldırım’ın ebedi mirası Ulucami’nin minarelerinden süzülüyor, hemen altında bulunan Emirhan’ın, asırlar görmüş duvarlarına dokunarak içimize yayılıyordu. Susuyor, cami avlusunu adımlıyorduk. Bir an durdum, gözlerim bu ulu mabedin taç kapısında geziniyor, irfan mefhumunun, adeta mermere işlenmiş suretini hafızama ilmek ilmek işliyordum. İstiyordum ki, hangi şehre gidersem gideyim, her gündüz ve her gece, köşe başlarında garip mezar taşlarının birer ibret vesikası olarak uyukladığı, sokaklarında, yüzleri tarihe ait gibi gelen çocukların koşuşturduğu bu şehrin, bu aziz hatırası, her daim gözlerimin önünde dursun ve son nefesimde dahi göreceğim son ulvi manzara olsun… Birdenbire arkadaşıma dönerek müstehzi bir tebessümle; “Modern sanat eserlerinden ziyade, moderniteyi aşan eserler de vardır” dedim. İlk bakışta mana veremedi ama Ulucami’nin içini gezmeye davet edince, başını hafifçe sallayarak kabul etmek zorunda kaldı. Şadırvandan, geçmişten uzanarak tarihin nahif boynuna bir gökkuşağı gibi dolanan su sesi… Ruhlarımıza cennetin özlemini bahşeden ipince bir serinlik. Bizlere sükûneti, o kadim sükûtlarıyla ikrar eden, üzerlerinde hat sanatının en müthiş misalleriyle yirmi kubbeyi taşıyarak asırlar boyu ayakta duran heybetli payeler. Sonsuzluk hissiyatını şuurumuza nakşederek uzanan şu ulu mabet...
Arkadaşımı hemen Ulucami’nin o meşhur minberinin önüne getirdim, fısıltıya yakın bir sesle; “Biliyor musun, bu minberin ustası, Saruhanoğulları Beyliği’nin Manisa’da yaptırdığı Ulucami’nin minberinin de ustası aynı zamanda” dedim. Kısa bir şaşkınlık… “Kündekâri” diyebildi sadece. “Hani şu tahtaların birbirine örülmesiyle, hiç bir bağlayıcı unsura gerek kalmadan oluşturulan teknik.” Yüzünü bu ince gerçeğin ürpertisi okşuyordu, halinden hoşnuttu. Minberin mihrap kısmındaki gezegen tasvirlerinden söz etmeye başladım: “O dönemde gökler yeryüzünden daha fazla ilgi çekiyordu” dedim. “Üstelik Osmanlı medeniyetinin ilk müderrisi Davud el-Kayserî, meşhur Nasîrüddin Tûsî’nin Merâga astronomi ve fizik okulundan etkilendiyse ve İbnü’l Arabî’nin; Fusûsul Hikem’inin giriş kısmına bir şerh, yani “Mukaddime” yazacak kadar yetkinse, mimari elemanlardaki bu tarz derinliğe ve sanat ile bilimin bu mutabık seyrine şaşmamalı, o dönemlerde sanat ve bilim aynı membadan beslenen ve estetiğin çeşitli manzumelerini bereketinden devşiren bir eylemdi.”
Sanatın, insana bahşedilmiş basiret melekesinden emek ile süzülen bir duruş olduğunu Ulucami’nin göğsünde çarpan mana ile arkadaşıma anlatabildim mi, muallak… Lâkin benim nezdimde sanat, 21. yy’da bireyselleşmenin ve tüketimin demir çarkları arasında hırpalansa da, insan şuurunun evvelden ahire uzanan çizgisinde, her daim latif çizgilerini koruyacaktır, bu hakikat! Modernitenin uzantısı post-modern çağrılar, kültür dünyamızı sarmışken ve insanoğlu peyderpey yeniden sürrealizme (bu kez teknolojik imkanlarla) ilgi duyarken, son derece girift olan bitkisel motiflerin zamanı aşan gerçek üstülüğünü görememek ve modern yahut post-modern gibi kavramların arasında sıkışıp kalmak mutlak bahtsızlık. Bizim mimarimizde en ince motif, insan ruhunun aynası olmaya namzettir. Misal olarak Bursa’daki çeşitli eserlere mütevazı imzasını atmış sanatçılarımız, ruh dünyamızın ilahi olanla ilişkili akl-ı selîm’ini bu topraklara eserleriyle işlemiş ve “ilahi” olanın “aşkın” imgesini maddeye nakşetme cehdine erişmişlerdir. Çünkü insan fıtraten, baktığı her yerde “aşkın” olanı görmeye meyillidir. Nakkaş Ali, Yeşil türbe ve camiinin çinilerini bir damla zümrüt münbitliği ve bin türlü ahenk ile nakış nakış işlemişken ve yine Bursa’da bir mescidin avlusunda ebedi uykusunu uyuyan torunu Lâmiî Çelebi, dedesinden mülhem aynı ahengi aruz vezniyle şiirlerine düşürmüşken, aşkın olan ile gelenek arasındaki bu ulvi bağı inkar etmek mümkün müdür? Sanatçı gelenekten kendisine tevarüs eden hikmeti, kendi öznel birikiminden, nesnel bir meseleye tekabül ettirebildiği nispette sanatçıdır. Şüphesiz diğer medeniyetlerin sanatçılarında ve eserlerinde de bu geleneği görmek mümkün. Mühendislik disiplinindeki, eskilerin deyimiyle “hendese” mahareti ise, bilim ile sanatın hiç değilse bir zamanlar mutabık bir seyirde ilerlediğini apaçık ortaya koyan bir başka mesele.
Mimari çerçevede gelenekten kopuşumuz, yatay mimarinin yerini dikey mimarinin almasına ve geleneksel tabiriyle; berekete verilen ehemmiyetin, tüketime evrilmesine de işaret etmekte. Oysa yine Bursa’da hususiyetle sonbahar mevsimlerinde, ilk girişte insanı adeta sonsuzluk arzusu ile kendisine çağıran hanların ortasından yükselen o mahzun ağaçların yorgun dallarından, faniliğin sarı neşvesiyle süslenerek yağan yaprakların, bir zamanlar tüketimin bile ötelere ait bir ölçü nispetinde olduğunu hatırlatması ve bereketi her mevsim, koza’nın iç içe düğümlü bir sırrı hatırlatan misalinde Rabbin takdirine havale etmesi, belki de insanlığın mana hükmünde muhtaç olduğu şeylerden biri. Kalabalıkların, insana faniliği hatırlatan sonbahar yapraklarının o ahenkli çıtırtısını terk edip, soğuk metal çınlamasına ilgi göstermesine şaşmamalı. Manayı irdelemeye heveskâr biri kaldı mı ki, Bursa gibi şehr-i selîmlerin insanı çepeçevre saran asude iklimine kapılıp da, geleneği idrak edelim ve akl-ı selîm’e dönelim? Aklımda bu sualle Ulucami’nin batı kapısından çıkıyorken, dostum müteessirdi. Ardımızdaki bir payede asılı, Bursalı meşhur mutasavvıf Mehmed Muhyiddin Üftâde’nin şu beyti bizi uğurluyordu;
“Yâ câmial-kebîr ve yâ mecmaalkibâr,
Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr.” (Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer / Seni gece ve gündüz ziyaret edene olsun müjdeler)
Bu muştuya nâil olabildik mi bilmiyorum, lâkin muhtaç olduğumuz muhakkak!
Yorumlar