Dün akşam ailemle Ahmet Vefik Paşa Devlet tiyatrosunda Türk Edebiyatının Batılı anlamda ilk romanı olan Halid Ziya Uşaklıgil’in kaleme aldığı “Mai ve Siyah” adlı eserinin tiyatro uyarlamasını izlemeye fırsat bulduğum için memnunum elbet. Ama bir maruzatım var ki, söylemeden edemem...
Biliriz ki tiyatro, sahnede oyuncuların icrâ ettiği, seyircilerin de bu icrâya sessizlikleri ve dikkatleriyle iştirak ettikleri bir sanat. Sahnede sergilenen temsil, seyircisinin temsile gösterdiği saygı ile birleşince tiyatro asli manasını buluyor. Hatta Aristo’ya göre “Mimesis” yani temsil, seyircide “Katharsis” denilen bir arınma duygusuna ulaşıyor... Amma velâkin sanatçının temsilini hakkıyla icrâ ettiği gibi seyirci de sessizliğini icrâ edebilirse tabi... Keza tiyatroda sessizlik de seyircinin icrâ ettiği ve maalesef günden güne meşakkatli bir hale gelen nadide bir sanat zannımca.
Aslında “Mai ve Siyah”ın tiyatro uyarlamasını seyrederken birçok ilki yaşadım diyebilirim. Oyunun başından beri koltuklarına bir türlü yerleşemeyip de oturdukları yerde bir ileri, bir geri hareket edenleri mı istersiniz; ayakkabılarının lastik tabanını parke zemine sürterek ancak bir basketbol müsabakasında duyulabilecek o tiz ve irite sesi inatla çıkaranları mı? Yoksa size oyunun yarısında koltuğundan kalkıp mağrur başlarıyla salonu terk edenleri anlatayım? Hangisini tercih edersiniz? Hele bir de defalarca çalan cep telefonunu lütfedip açarak, utanmadan sıkılmadan “oyundayım” diye cevaplayanlar var ki, haklarında ne desem beyhude. Nutkum tutuldu!
Yahu biz tiyatro sanatında gelenekleri olan ve bu geleneklerinde de oldukça hassas davranan, hatta sadece gelenekleri ile de sınırlı kalmayıp Batılı tarzdaki temsilleri de uzun süredir icrâ edip, seyreden bir milletiz. Bize ne oluyor böyle?!
Sadece seyircilerin seyircilere ayıbı olsa yine bahanesi bulunmaz da, emek verip de günlerce, aylarca hazırlanan sahne tozu yutmuş sanatçılarımıza ayıp değil mi?
Dedim ya, biz tiyatro konusunda gelenekleri olan bir milletiz. Sadece bununla da sınırlı değil üstelik, Türk Edebiyatında yazılmış öyle şahane piyesler var ki, dünya klasiklerine taş çıkarır cinsten. Bilmem “Şair Evlenmesi”nden mi bahsetsem, “Keşanlı Ali Destanı”ndan mı? “Bir Adam Yaratmak” mı desem yoksa “Kanlı Nigar” mı? Siz seçin...
Tiyatro sanıldığından çok daha girift bir sanat. Kendinizi sanatçı yerine koyarak bir düşünsenize... Bir anlık, hayat gibi sadece bir kereye mahsus bir durumun içindesiniz. Sahne dışından gelecek en ufak bir tıkırtı dahi tüm dikkatinizi ve temsilinizin akışına riayetinizi sağlayan ezberinizi bozmaya kâfi.
Her şeyin git gide dijitalleştiği ve dilediği zaman tekrarlandığı bir çağda, tıpkı hayat gibi bir defaya mahsus olan şeylerin kıymetini bilelim.
Ülkemiz böyle köklü bir tiyatro kültürüne sahipken, üstelik bilet fiyatları uygun, salonlarımız da güzelken... Gidelim, hatta sık sık gidelim! Ama her gittiğimizde de günlerce hatta aylarca emek verilmiş temsiller karşısında bize düşen bir parça sessizlik ve dikkati de icrâ etmeyi unutmayalım lütfen.
Rica ediyorum.
Yorumlar