DOLAR 34,8943 EURO 36,6138 STERLİN 44,3354 GRAM ALTIN 3.008,86 BIST 100 10.058,63 BITCOIN $100.160
Facebook TwitterX Instagram YouTube

Arama Haber Code Logo Arama
Reklam Alanı 101
Reklam Alanı 101
Reklam Alanı 101
Semih Filiz

Semih Filiz

Tüm Yazıları

BİZİM MAĞARA ALEGORİMİZ

Giriş: 29.04.2024 10:27 | Güncelleme:
Paylaş

Bundan yaklaşık 2300 yıl kadar önce ne tesadüftür ki yine bu coğrafyada bazı insanlar kendileri ve yaşadıkları toplum hakkında düşündüler. Bunların bazılarına deli, bazılarına filozof denildi. Filozof denilenlerden ve bugün dahi halen düşün hayatımız hakkında önemli kırılmalar üzerine konuşurken bahsini sık sık geçirmek zorunda kaldığımız Platon ya da İslam dünyasındaki ismiyle Eflatun (Bizdeki isminin Ef ile başlamasının sebebi Arap alfabesinde ‘p’ harfinin bulunmamasıdır.) bunlardan biriydi. Platon meşhur ‘’Devlet’’ adlı eserinin yedinci kitabında ustası Sokrates’in ağzından Antik Yunan ve dahi günümüz felsefesinin en meşhur ögelerinden birini anlatır. ‘’Mağara Alegorisi’’

Peki nedir bu mağara alegorisi?

Basitleştirecek olursak hayatlarının başından beri bir mağaraya zincirlenmiş bir grup insanın hayatı, dünyayı ve evreni sadece mağaranın göremedikleri kapısından içeri sızan ışığın duvarlara, sütunlara vurarak yansıttığı bir takım gölge oyunlarından ibaret zannetmeleridir. Günün birinde gruptan biri zincirini kırar ve mağaranın dışına çıkar. Işık önce gözünü kör eder sonrasında gökyüzünü, ırmakları, ağaçları, canlıları yani daha öncesinde hayal dahi edemediği kocaman bir hayatı keşfeder. Keşfinin heyecanı ve dostlarının esareti aklına gelen bu kaşif koşarak mağaraya döner ve orada zincirli olanlara dışarıdaki hayatı anlatır. Zincirleriyle tutsak arkadaşları ona ve onun anlattığı dışarıdaki dünyaya inanmazlar ve arkadaşlarını delilikle suçlarlar. Bir süre sonra kaşif zihni ve bedeni tutsak bu grubu gerçeğe ikna etmenin imkansızlığıyla yüzleşip bundan vazgeçer

Soma maden faciasında 301 madencimizi kaybetmemizin üzerinden yazarken dahi zamanın acımasızlığı karşısında ürperiyorum tam 3639 gün geçti. Öyle kısa bir sürede unuttuk ve bu faciayı bu halka yaşamak zorunda bırakanlar öyle gülünç cezalar aldılar ki cezadan çok ödül gibiydi. Sadece 76 gün önce İliç’te yine korkunç bir maden faciası yaşadık, dokuz madencimizi kaybetmemizin yanında doğa için korkunç derecede sonuçları olabilecek bir faciadan kıl payı döndük. Ya da umuyorum dönmüşüzdür. Arada yaşanan onlarca maden facialarını, yitirdiğimiz onca canı saymıyorum bile.

58 gün önce İstanbul Eyüpsultan’da henüz reşit olmayan bir çocuk babasının ultra lüks spor aracıyla bir ailenin mahvolmasına sebep oldu. Kazadan sonra Eylem Tok isimli anne ise soğukkanlı bir planla çocuğunu önce Mısır’a, sonrasında da çocuğunun orada doğduğu için vatandaşı olduğu ABD’ye kaçırdı. Üç dört gün ülkedeki tek gündem bu oldu. Sonrasında yavaş ve sessizce bunu unutup hayatlarımıza geri döndük. Bir daha kimsenin böyle bir şey yapamaması için gereken toplum baskısı malesef ki yapılamadı. Yine çok benzer bir şekilde 151 gün önce Somali Cumhurbaşkanının oğlu aracıyla çalışmakta olan iki çocuklu motokurye Yunus Emre Göçer’i öldürdü. Kazanın hemen ardından yurtdışına kaçan Muhammed Hasan Şeyh Mahmud önce "taksirle ölüme neden olma" suçundan 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılmış, daha sonra bu ceza 27 bin 300 lira adli para cezasına çevrilmişti. Bu olay da ilk birkaç gün çok konuşulmuş hemen akabinde unutulmuştu. Bugün Türk’ü Türkiye’de öldürmek kaç para henüz bilmiyoruz. Başka bir yabancı uyruklu şahıs böyle bir suç işlediğinde hep birlikte öğreneceğiz.

118 gün önce İbrahim Keloğlan isimli şahıs mahallesinin Eros adlı kedisini cani ve canavarca bir apartman katına kilitleyip öldürdü. Uzun tepkiler sonucu yargılanan bu katil olanca tepkiye rağmen hapsedilmesine kafi gelmeyecek ölçüde bir ceza alarak suçunun cezasını özgür bir birey olarak dışardaki hayatına devam etme şansıyla almış oldu. O gün toplumsal gücümüz başka günahsız canların canice öldürülmesine kafi gelmedi.

Dile kolay bundan tam 4748 gün önce 252 kişilik ilk mülteci kafilesi ülkeye Hatay, Reyhanlı'da yer alan Cilvegözü sınır kapısından giriş yaptı. Günler ayları, aylar yılları kovaladı o 252 kişi bugün resmi olarak 5 milyon gayriresmi söylentilere göre 13 milyon’a yaklaştı. Ne ilk gün ne de bugün bu konuyu üç beş cılız ses dışında gerçek anlamda konuşmadık. Bu yığınların olası tehlikelerini, ihtimal dahilinde gerçekleşebilecek felaket senaryolarını asla değerlendirmedik.

Ekonomimiz her gün can çekişiyor. Toplum acı içinde yoksulluğa ve çaresizliğe itiliyor. Yoksul mahallelerin yeni doğum yapmış anneleri çocuklarını doyurmakta güçlük çekerken, ülkenin vergi yükünü çeken direği orta sınıfsa gün geçtikçe küçülüp yoksulluk sınırının altına itiliyor. İnsanlar her gün bir ihtiyaçlarından vazgeçerken toplum gitgide daha çaresiz hissediyor. Biz ne bunun sorumlularını, ne çözümlerini ne de hakikatin anlatılan gerçekten ne derece daha kavurucu ve dayanılmaz olduğunu asla hakettiği ölçüde konuşmadık. Konuşmadıkça acı büyüdü.

İnsan büyük bir fiziki acıyla karşılaştığı zaman beyni onu acıdan korumak için sistemini resetler ve bilinç kapanır. Bu kapanış insanı o anki acıdan ve olumsuz etkilerinden korur. Ancak insanı sonrasında yaşatan temelde o acıdır. O acı insana hayatta olduğunu ve mücadele etmesi gerektiğini hatırlatır. Açılan bilinçle birlikte acıyı kavrar ve onun ilk şokundan muaf bir şekilde onunla mücadele edebilir. Bu mücadeleden kaçan beyinse vücudunu yavaş yavaş ölmeye mahkum eder. Tekrar açılmayan bir bilinç vücudun bütün sistemini ağır ağır bozar ve öncesinde hasıl olmayan yeni birçok sorunla beraber acıyı yaşayan ama hissedemeyen bedeni onu bekleyen ölüme sürükler. Maalesef ki tarih perspektifinden baktığımızda durumumuz tam olarak buna benziyor.

Geçmişimize bakın! Ellerimiz bağlı olmadığı, ayaklarımızda zincir vurulmadığı halde mağaradan çıkmak istemeyen o insanlara benzemiyor muyuz? Yaşadığımız her büyük problemi daha önemsiz, günlük dert temaşaları içinede yok ediyor ve sorunumuz yokmuş gibi davranıyoruz. Elimize tutuşturulan birkaç futbol maçına ya da görgüsüz bir iş insanına bütün nefretimizi kusuyor, kusurlarımızdan arındığımız hissiyle kendimizi kandırıyoruz. Hep birlikte milattan önce üçüncü yüzyılda yazılmış bir kitabın içindeki küçük alegorinin oyuncuları oluyor ve her gün hiç bıkmadan o rolü oynuyoruz.

Sorunlarımız büyük ve hayati, bizden bağımsız dünyanın halini de düşünürsek daha da büyüyeceğe ve ölümcül olacağa benziyorlar. Tam da bugün uyanmak ve mağaranın dışındaki dünyanın gerçeğine ikna olmak zorundayız. Işığın bize tatlı gelen oyununa değil gerektiği üzere mağaranın dışarısındaki karın, fırtınanın, yakıcı güneşin zorluklarıyla mücadele etmeliyiz. Etmeliyiz ki o zaman dünyanın gerçeklerini kendi gerçeğimiz kılıp onu güzelleştirme ve büyütme imkanına ulaşalım. Ulaşalım ki artık madencilerimiz ölmesin, ulaşalım ki artık suçlular cezalarını çeksin, ulaşalım ki toplum giderek artan yoksulluk karşısında ezilmesin, ulaşalım ki yarınımız bugünümüzden güzel olsun. Kendimizi baygınlığın ölümcül rahatlığından çıkarmalı, acının uyandırıcı ve yaşatan hakikatiyle yüzleşmeliyiz. Yoksa kaderin bir cilvesi olarak bu topraklardan çıkmış çok eski alegoriler bizi sonsuz bir uykuya, açlığa ve karanlığa mecbur bırakacaklar.

Yorumlar

Yazarın Diğer Yazıları

ERMENİ MESELESİNDE YENİ PERDE
DÜNÜN SONU
Yüzyıllık Yalnızlık
KAHRAMANLAR EN SON ÖLÜR
TOFAŞ Z RAPORU

Diğer Yazarlar

Atıf Ayyıldız
Batuhan Hazar Güler
Dilek Yapıcı
Erkut Por
Fatih Akkuş
Gülistan Güneş
Güven Öztürk
Mehmet Yapıcı
Mehmet Yılmaz
Nesrin Akkuş
Olsoy Karakaya
Reyhan Yılmaz
Selimcan Yelseli
Semih Filiz
Serhat Duman
×

Haber Arama